20 Kasım 2010 Cumartesi

AHLAK EĞİTİMİ (7/19-28)


(Allah Teâlâ buyurdu ki:) “Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleşin. Orada dilediğiniz yerden, neyi gönlünüz çekerse yiyin. Ancak sakın şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zâlimlerden, kendilerine yazık etmişlerden olursunuz.”
Şeytân onlara, gözlerinden gizlenmiş olan avret yerlerini[1] açığa çıkarmak; (o ana kadar) farkında olmadıkları çıplaklıklarını göstermek amacıyla vesvese verdi: “Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, siz ikiniz melekler (gibi) olmayasınız ya da sonsuza kadar yaşamayasınız diyedir”, dedi.
Ve onlara: “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyen biriyim” diye de yemin etti.
Böylece onları hile ile aldattı; yanıltıcı düşüncelerle yönlendirdi. O ikisi, ağacın meyvesinden tadar tatmaz, avret yerlerinin açık olduğunun, çıplaklıklarının farkına vardılar. Derhal, buldukları cennet yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye koyuldular. Bunun üzerine Rableri onlara (şöyle) seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Ve şeytanın sizin apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?”[2]
O ikisi: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olacağız!” dediler.
(Allah Teâlâ) buyurdu ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.
Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız.”
Ey Âdemoğulları! Biz size (şeytanın açmak istediği) edep yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Fakat unutmayın ki en güzel, en hayırlı elbise takva elbisesidir[3]. İşte bu Allah’ın ayetlerindendir. Olur ki insanlar düşünür de ders alırlar.[4]
Ey Âdemoğulları! Şeytân, (ilk) anne ve babanızı (aldatıp) avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak onları cennetten uzaklaştırdığı gibi, sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve yandaşları, kendilerini göremeyeceğiniz yerden sizleri görmekte, pusuda beklemektedir. Doğrusu Biz şeytanı, iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır.
(Bunun içindir ki ne zaman) onlar utanç verici, çirkin bir iş yapsalar, “Biz atalarımızı bu işi yapar bulduk, esasen Allah da böyle yapmamızı emretti” derler. De ki: “Allah utanç verici, kötü olan şeyi aslâ emretmez. Yoksa siz, bilmediğiniz birtakım sözleri Allah’a iftira ederek O’na mı mal ediyorsunuz?”.” (7/A’râf, 19-28)

Âyetlerde eğitim açısından şu mesajlar verilmektedir:
1- İnsanlara, meşru olan ve olmayan düşünce, duygu ve davranışlar açık/net bir şekilde öğretilmelidir.
2- Şeytanların atası olan İblis, insanoğlunun düşmanıdır. O ve yandaşları, Hz. Âdem ile Havva’dan bugüne kadar insanoğluna karşı sürekli bir mücadele içerisindedir. Gayrimeşru işlere sevk eden şeytanlara ve onların insanları aldatma yollarına/taktiklerine karşı bilinçli kazandırılmalıdır.[5]
Gayrimeşru şeyler hakkında sadece bilgi vermek yeterli değildir. Çünkü bilmek, aldatılmamak için yeterli olmamaktadır. İnsanoğlu, yasak olanı bilmesine ve nimet içerisinde yaşamasına rağmen yine de nefsine yenik düşerek günah/suç işleyebilmektedir. Şeytanlar, insanların nefsî zaaflarını kullanmaktadırlar. Bu sebeple insanların ahlak ve hukuk eğitiminde sadece bilgi vermekle yetinmemeli, nefs terbiyesine de önem verilmelidir. Çünkü ancak bu sayede insanlar nefsî zaafları sebebiyle şeytanî telkinlere kapılmazlar.
Mustafa İslamoğlu’nun dikkat çektiği üzere;
“İnsan hayatında her savaş fani, iç savaş bakidir. Her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da, şeytanın insana dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Savaşın boyutları, düşmanın kini ve gücü oranında büyüyecektir. Bu azılı düşman insana öylesine çok cepheden saldırıya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması gerekmektedir. Şeytan bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden”[6] nefsi yardımcı olarak kullanır; kötü işlerine, pis işlerine onu koşturur. Dahası, yeryüzündeki dostlarını, evliyasını (Evliyâu’ş-Şeytân’ı)[7] kendi aralarında örgütleyerek bir “şeytan partisi” (Hizbu’ş-Şeytân) kurar ve o parti aracılığıyla müminler üzerinde şeytanî bir siyaset yürütür.”[8]
3- İnsanlara, günah/suç işlememeleri için birbirlerini murakabe etmeleri, denetlemeleri, birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları ahlak ve bilinci kazandırılmalıdır.
4- İnsanlara, gayrimeşru işler yaptıktan sonra pişman olup tevbe etmeleri gerektiği öğretilmelidir.
5- Yasağı işleyenler ve ona yardımcı olanlar cezasız kalmamalıdır. Bazı suçlarda pişmanlık cezaya çarptırılmaya mani olamaz.
6- Hayâ (utanma duygusu), insan davranışlarını sevk ve idarede son derece önemli bir ahlakî unsurdur. Dinin günah veya suç saydığı gayrimeşru, çirkin her türlü söz ve davranışa utanma duygusu mani olur. Bunun içindir ki şeytanın bir insanda en başta ve en çok yıpratmak istediği hayâdır. Dolayısıyla insanlarda utanma duygusu geliştirilmeli; söz, davranış, giyim vb. boyutları kapsayacak şekilde cinsel ahlak eğitimi verilmelidir.
İnsandaki utanma duygusu tabii ve fıtrîdir. Bunun ilk belirtisi, bir kişinin başka birisinin önünde mahrem yerleri açıldığında tabii olarak duyduğu utanma hissidir. Kur’an bize bu utanma duygusunun, ne uygarlığın gelişmesiyle insanda sonradan oluşabileceğini, ne de insan tarafından kazanılabilen bir duygu olduğunu anlatır. Bu, yaratıldığı ta ilk günden beri insanda bulunan fıtrî bir duygudur.[9]
Takva ve hayâ, avret mahallinin elbise ile örtülmesinin aynı zamanda mânâsı, sebebi ve teminatıdır. Eğer bir insandaki takva, haya ve iffet duyguları yıpranırsa, o kişi avretini örter nitelikteki maddi elbiseden de uzaklaşacaktır. Hatta hayâ perdesi yırtılan kişi, istenmeyen, kınanan ve kötülenen her ayıplı davranışı yapabilecektir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanların bütün peygamberlerden işittiği sözlerden biri, “Utanmıyorsan dilediğini yap!” sözüdür.”[10]
Allah’ın emrine karşı gelmenin neticelerden utanmayan insana, her şey yaptırılabilir. İnsan kendisinden ve diğer insanlardan hayâ edebilme duyarlılığını, ancak Allah’tan hayâ etmekle koruyabilir.[11] İblis de bu bilgiden hareketle, Âdem-Havva çiftinin takva elbisesinden, hayâ duygusundan soyunmalarına sebep olmuştur. Âdem ve Havva’nın üzerlerinde herhangi bir elbise yoktu ve avret yerlerine bakmıyorlardı. Eğer evvelce onlar elbiselerle örtülmüş olsalardı, sonradan cennet yapraklarıyla örtünmeye çalışmaz, elbiselerini tekrar giyinirlerdi. Onların cennet yapraklarıyla örtünmeleri de, elbisenin ne olduğunu bilmediklerine ve maddi anlamda örtünmediklerine delil teşkil etmektedir. Onlar, yasak olanı işleyince, o zamana kadar farkında olmadıkları çıplaklıklarının farkına vardılar.
İblis’in ve bütün şeytanların amacı, insanların avret yerlerini açmak ve onlara vücudunu teşhir etme hastalığını bulaştırmaktır. Bunu yapabilmek için ilk saldırılacak yer, mideye haram lokma göndermektir. Haram lokma, hayâ duygusunu, hayâ perdesini ve böylece cinsel ahlâkı tahrip edicidir. Âdem ve Havva haram lokma yiyince, bu takva, haya elbisesi ortadan kalktı, kendilerine başka bir gözle bakmaya başladılar.[12]
7- İnsanlar, giyim-kuşam ve davranışlarının cinsel mesajlar taşımaması hususunda bilgilendirilmeli, gerektiğinde uyarılmalıdır. Eğitim ortamında utanma duygusunun yıpranmasına sebep olacak kıyafet, söz ve davranışlara kesinlikle müsaade edilmemelidir. Çünkü açıkça cinsel mesajlara yol açan şekilde bir görünüş/kıyafet, insanların ilgi, düşünce, motivasyon ve davranışlarını etkileyen bir olgudur.


[1] “Sev’e”, “avret” demektir. Görünmesini insan kötü karşıladığı için bu ismi almıştır. Avret mahallinin açılması sahibini kötü durumda bıraktığı için ona “sev’e” denilmiştir. (Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II, 285)
Âyetteki “…ma vuriye anhümâ min sev’atihimâ…” ifadesi Türkçe’ye tercüme edilirken; “onlara gizli kalmış/örtülü olan avret yerlerini kendilerine göstermek için” (Abdülbaki Gölpınarlı, Şaban Piriş), “birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için” (Diyanet Vakfı, Bekir Sadak), “gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için” (Suat Yıldırım), “o ana kadar farkında olmadıkları çıplaklıklarını göstermek amacıyla” (Muhammed Esed) gibi kanaatimizce isabetli şekillerde tercüme edilmiştir.
Ancak nedense çoğunlukla; “onlardan gizli bırakılmış/örtülmüş olan çirkin yerlerini açığa çıkarmak/kendilerine göstermek için” (Hasan Basri Çantay, Elmalılı, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Ali Bulaç) olarak mânâ verilmiştir. Oysa avret mahallerini “örtülmüş olan çirkin yerler”, “ayıp yerler” olarak tavsif etmek yerine, “başkalarına gösterilme davranışı çirkin/ayıp olan; başkalarında olup da bakılma davranışı çirkin/ayıp olan yerler” şeklinde tavsif etmek daha isabetli olsagerektir. Aksi taktirde böylesi bir tercüme, cinselliği kötüleyici bir anlayışı götürücüdür. [Ş.K.]
[2] Hz. Âdem’in itaatsizliğini (?) açıklama sadedinde şunlar kaydedilmiştir:
a- Şeytan, Allah adına yemin ederek ve onların iyiliğini istediği söyleyerek bu ağaçtan yemelerini tavsiye edince, Hz. Âdem, kimsenin yalan yere Allah’a yemine cesaret edemeyeceğini düşünerek onun doğru söylediğini zannetti. Yasak ağaçtan önce Hz. Havva yedi ve onda herhangi bir ceza eseri görülmedi. Hz. Âdem, yasağın kaldırıldığını veya onun tahrimî değil de tenzîhî bir yasak olduğunu düşünerek kendisi de yasak ağaçtan yedi.
b- Âsi olmak, emre aykırı davranmaktır. Bu emir bazen vacip, bazen mendub olur. Hz. Âdem’e, vacibi değil de mendubu terk ettiğinden âsi denmiştir. Şu da unutulmamalıdır ki, onun asiliği dîn işlerinde değildir; dünyâ menfaatleriyle ilgilidir.
c- Hz. Âdem’in, Allah’ın emrine karşı gelmek gibi bir niyetinin olmadığına; unutarak veya yanılarak bu ağacın meyvesinden yediğine, “And olsun ki daha önce Âdem’e ahd vermiştik, fakat unuttu; onu azimli bulmadık.” (20/Tâhâ,115) ayeti delildir.
d- Bir emrin veya yasağın aksi kasten yapılırsa bu günahtır; kasten yapılmazsa bu bir zelledir. Hz. Âdem’in zellesi, “tevilde hata”dır. O, yasak ağacın, işaretli, belli, tek bir ağaç olduğunu sanmış, aynı türden başka bir ağaçtan yemiştir. Üstelik o zaman henüz peygamber değildi.
(Mehmet Bulut, Ehl-i Sünnet ve Şia’da İsmet İnancı, s. 94-97)
[3] Takva elbisesi “iman”, “salih amel”, “güzel ahlak”, “vakar ve ağır başlılık” şeklinde tefsir edilmiştir. bkz. İbn Kesir, a.g.e., VI, 2929-30
[4] Ayete göre; insanlar avret yerlerini örten elbise (libas) giymeliler. Görünüşlerini güzelleştiren özelliklere sahip elbiseler (rîş) de giyebilirler. (Ayette geçen “Libas” ve “Rîş” kelimelerinin bu şekildeki manaları için bkz. İbn Kesir, a.g.e., VI, 2928; Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, II, 291) Ancak Allah korkusu, vakar ve ağırbaşlılık içerisinde hareket etmek, ahlaksızca ve hayasızca tutum ve davranışlardan kaçınmak şartıyla… Öyle ki takva elbisesi, maddî elbiseden; iç temizliği, dış güzellikten daha önemlidir. (Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsir, II, 291)
[5] Bu konuyu işleyen Mekkî ayetler için bkz. 7/A’râf, 16-17; 17/İsra, 62-65
[6] 12/Yûsuf, 53
[7] 7/A’râf, 27, 30
[8] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 65-72
[9] Mevdûdî, Tefhim, II, 21
[10] Buhârî, Enbiya 55; Ebu Dâvûd, Edeb 6
[11] Bayraktar Bayraklı, Kadın Sevgi ve Temel Haklar, s. 31-33
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, VII, 82-87, 94-97

19 Kasım 2010 Cuma

AİLE ÇOCUK EĞİTİMİ (12/7-18)


“Gerçek şu ki, Yusuf ve kardeşleri(nin haberleri)nde, soranlar için nice ibretler vardır.
(Bir vakit kardeşleri kendi aralarında) demişlerdi ki: “(Sayımız bu kadar çok ve) birbirine bağlı bir topluluk olduğumuz halde, Yusuf ve (öz) kardeşi (Bünyamin) babamızın gözünde bizden daha değerli, daha sevgili. Doğrusu babamız apaçık bir yanılgı içindedir!”
(İçlerinden biri:) “Yusuf’u öldürün veya onu (uzak, ıssız) bir yere götürüp bırakın ki babanızın yüzü (sevgisi, alâkası yalnızca) size kalsın! Ondan sonra (tevbe eder ve) iyi insanlar olursunuz!” (dedi.)
Bir diğeri (de): “Hayır, Yusuf’u öldürmeyin!” diye söze karıştı. “Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız onu bir kuyunun dibine bırakın. (Nasıl olsa) onu bir kervan bulup yanına alır” dedi.
(Bu görüşte birleştikten sonra babalarına gelip:) “Ey babamız!” dediler, “Biz Yusuf’un iyiliğini isteyen kimseler olduğumuz halde, neden onun hakkında bize güvenmiyorsun?
Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de gönlünce gezsin oynasın. Elbette biz onu koruyup-gözetiriz.”
(Yakub:) “Onu götürmeniz gerçekten beni kaygılandırır, üzer; ve siz ondan habersizken onu kurt yer diye korkuyorum” dedi.
(Onlar da:) “Andolsun ki biz (birbirini kollayan, güçlü) bir topluluk iken kurt onu yerse, bu durumda muhakkak ziyan eden (aciz, işe yaramaz) kimseler sayılırız” dediler.
Nihayet (babalarından izin alıp) onu götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmaya topluca davrandıkları zaman Biz ona (şöyle) vahyettik: “Andolsun ki (gün gelecek, senin kim olduğunu) kavrayamayacakları bir anda onların bu yaptıklarını kendilerine haber vereceksin.”
(Onlar, verdikleri kararı tatbik edip) akşamüzeri ağlar vaziyette babalarına geldiler.
“Ey babamız!” dediler, “Gerçek şu ki, yarış yapmak için bulunduğumuz yerden (biraz) uzaklaşmış ve Yusuf’u da eşyamızın yanına bırakmıştık. (Bir de gördük ki) onu kurt kapmış. Ama (biliyoruz ki) doğruyu söylesek bile sen bize inanmayacaksın!”
Ve üzerinde sahte bir kan (lekesi sürülmüş) olan (Yusuf’un) gömleğini çıkarıp gösterdiler. (Yakub:) “Hayır!”, dedi, “Nefisleriniz sizi aldatıp (böyle kötü) bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. (Bu) anlattığınız (bahtsızlığ)a karşı bana dayanma gücü bahşetmesi için kendisine yönelebileceğim (yegâne) hâmî Allah’tır.”(12/Yûsuf, 7-18)

Ayetlere göre;
1- Çocuklar için ana-baba sevgisi önemlidir. Her çocuk, ana-babası tarafından sevilmek ister.
2- Ana-babanın çocuklarından birine aşırı ilgi ve sevgi göstermesi, diğer çocuklarında kıskançlık, haset, düşmanlık gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına sebep olabilir.
3- Ana-baba, çocuğunun oyuna olan ihtiyacını kabul etmeli ve ona izin vermelidir. Fakat oyun oynarken çocuğundan gafil olmamalıdır.
4- Ana-baba, hatalı davranan çocuğunu dövmemeli; bilakis, onu itham etmeden, yumuşaklık ve şefkatle ikaz etmelidir.
5- Ana-baba, çocuklarını terbiye ve murakabe etmelidir. Aksi takdirde, onların yanlış hâl ve hareketleri, ailenin diğer fertlerini de zarara uğratır.
Şimdi bu maddelere açıklayalım:
***
1-2- Ana-baba, çocuklarına muamelede eşit ve âdil davranmalı; kayırıcı davranışlarıyla haset ve düşmanlığa sebep olmamalıdır.[1] Bununla birlikte, birilerinin fazla sevilmesi, diğerlerinin hiç sevilmediği anlamına gelmez.[2]
Fahrüddîn er-Razî (rh), Hz. Yakub hakkında oluşabilecek yanlış bir kanaati tashih için şunları kaydetmiş:
“Yakub (as), evlatları arasında maddî bakımdan ayrıcalıklı bir yol izlememiştir. O yalnızca sevgide, tabii ilgide tercihe gitmiştir ki, bu da elde olmayan şeydir; dolayısıyla terki ile de yükümlü değildir. Öte yandan Yakub (as)’ın, oğlu Yusuf’u kardeşlerine karşı ikramla ilgili bir hususta tercih ettiğini varsaysak bile, o’nun böyle bir tercihin mefsedete yol açacağını bildiğini kabul edemeyiz. Anlaşılan odur ki, Yusuf’un kardeşlerinin dürüstlüğüne ve hele dış görünüşlerinin sergilediği güzel uyuma inanan Hz. Yakub, böyle bir tercihin herhangi bir şekilde bozgunculuğa yol açmayacağını düşünmüştür. Hem, haset denen şey her ne kadar insan tabiatının derinliklerinde saklanan gizli bir illet ise de, çoğu insanlar pekâlâ bundan sakınmakta ve korunabilmektedirler.”[3]
M. Zeki Aydın da kardeşler arası kıskançlık ve çekişmenin hiçbir zaman ortadan kalkmayacağını, ancak yumuşatılabileceğini belirtmektedir:
“Çocuklarımızın hepsine aynı sevgiyi duyamayız. Duyar gibi davranmamıza da gerek yoktur. Her çocuğa özel bir sevgi besleriz. Bunu gizlemek için uzun boylu uğraşmamız gerekmez. Göze görünür bir ayırım yapmamak konusunda ne kadar gayretli olursak olalım, çocuklar kayırıcı davranışlarımızı yakalamakta bir o kadar dikkat kesileceklerdir. Eninde sonunda kendimizi savunma mevkiinde buluruz. Çocukların düşüncelerine yenilmemeliyiz. Ne hafifletici sebepler ileri sürmeli, ne suçsuzluğumuzu iddia etmeli, ne de onların suçlamalarını çürütmeliyiz. Kararlarımızın haklılığı veya haksızlığı konusunda sonu gelmez tartışmalara sürüklenmemeliyiz. Hepsinden önemlisi de kendimizi, hak gözetme uğruna, sevgimizi bölmeye ve eşitlemeye zorlamamalıyız. Çocuklardan her birine, kendileriyle olan ilişkilerimizin eşit değil, ihtiyaçlarına göre, özel bir ilişki olduğunu belli etmeliyiz.
Anne-baba sevgisi için rekabetten sonra, çocuklar arasında genellikle başarı ve üstünlük için rekabet başlayacaktır. İki yaşından sonra çocukların çoğunluğu, kendi yaptıkları ile başkalarının yaptıklarını kıyaslarlar. Hep kendilerini üstün görmek hevesindedirler.
Anne-babanın kardeş kıskançlığında yapacağı ilk iş, rekabetin nedenini anlamaktır. Her çocuk içten içe kardeşlerinden kurtulmayı ve anne-babasının bütün ilgisini, sevgisini kendi üzerinde toplamayı diler. Kardeşler arasındaki çekişmenin bu temel nedeni anlaşıldıktan sonra göreceksiniz ki rekabet hiçbir zaman ortadan kalkmaz, ancak yumuşatılabilir.”[4]
“Anne-babanın çocukları arasında ayırım yapması, onları hangi olumsuz davranışlara iter?” sorusuna, Hüseyin Peker şöyle cevap veriyor:
“Bazı ana-babalar, çocukları arasında ayırım yaparak bazılarını daha çok sever ve daha çok kayırırlar. Bunda, çocuklardaki beğenilmeyen huylar, başarılar, çocuğun cinsiyeti, anne ile babanın ilişkisi, bir büyüğün isminin çocuklardan birine verilmesi, çocuğun anne ya da babanın sevdiği ya da sevmediği birine benzemesi gibi çok farklı etkenler rol oynar.
Bu durum çocuklar arasındaki kıskançlık duygusunu körüklerken; aşırı sevgi gören çocukta anne-babaya bağlılık, arkadaşları arasında saldırgan bir tutum, az ilgi gösterilen çocukta ise düşmanlık ve hayata küskünlük duyguları geliştirir. Hatta diğerine göre az sevildiğini fark eden çocukta, ruhsal bozuklukların yanında fizikî bir takım rahatsızlıklar da görülür. Çocuğun öğrenmesi ve akıl yürütmesi yavaşlar.
Çocuklar arasındaki ayırım, bazı ailelerde aşırı bir şekil gösterir. Kız ya da erkek bir çocuğa karşı anne ya da baba hoşnutsuzluk duyabilir. Çeşitli nedenlerle suçlanır. Hep olumsuz yönleri görülür, iyi özellikleri dikkate alınmaz. Kardeşiyle kavga etse suç ondadır. Ona karşı önyargıyla davranılır. “Kavgayı sen başlatmışsındır! Kötülükler hep senden çıkıyor!” denilerek cezanın ağırı ona kesilir, o azarlanır.
Hele anne, çocuğu yaşadığına pişman eder: “Nedir senden çektiğim, sen benim başıma belâsın herhâlde! Evde huzur bırakmadın, babanla da aramı açtın! Sen olmasan bu evde ne kavga olur ne gürültü!”
Çocuk ne yapsa ne etse kimseye yaranamaz. Sonunda hırçınlaşır ve ana-babayı haklı çıkartacak tepkiler göstermeye başlar. Saldırgan ve kavgacı olur. Ana-babaya isyân eder. Bu çocukların evden kaçma ve suç işleme ihtimalleri çok yüksektir.
Aslında anne ya da baba çocuğa bu şekilde davranmakla, bir bakıma birbirlerine karşı birikmiş kızgınlıklarını ya da aileden bir başkasına duydukları kini yansıtırlar.”[5]
***
3- Ebeveyn, çocuğunun oyuna olan ihtiyacını kabul etmeli ve ona izin vermelidir. Fakat aşırı oyunun tehlikesine de [ayetteki “kurt yemesi” sembolünde olduğu gibi] dikkat çekmelidir. Oyun oynarken çocuğundan gafil olmamalıdır.[6]
Çocuk gelişiminde oyunun yeri ve önemi hakkında şu hususlara dikkat çekilmiştir:
Oyun, çoğu ana-babanın zannettiğinin aksine, çocukların yalnızca eğlenmelerine yarayan ve boşa geçirilen bir etkinlik değildir.[7] Oyun, çocuğun gelişmesi ve kişilik kazanması için sevgiden sonra gelen ikinci en önemli ruhsal besindir.[8]
Oyun; çocuğun bedensel gelişimine, sağlıklı ve dengeli bir kişilik edinmesine, iyi karakter niteliklerini elde etmesine ve öğrenme kabiliyetinin gelişmesine yardımcı olur.[9]
Oyun, çocuğa hiç kimsenin öğretemeyeceği konuları, kendi deneyimleriyle öğrenmesi yöntemidir.[10] Meselâ sosyal kurallar ve gerçekler en kolay ve zararsız biçimde oyun sırasında edinilir. Çocuk, ancak beşerî münasebetlere giriştiğinde ve birtakım roller üstlendiğinde, bazı etkinliklerde görev aldığında gerçek anlamda karakterini geliştirebilir. Çocuğun hayatındaki en önemli faaliyetlerden olan oyun, bunun için çok elverişli bir durumdur. Bu nedenle oyun çocuğun karakterinin kuruluşunda önemli rol oynar.
Oyunda verilen iyi bir eğitim sayesinde; cesaret, gayret, müteşebbislik, yardımlaşma, işbirliği, paylaşma, başkalarının haklarına saygı gösterme, kendine hâkim olma, hoşgörü, kin gütmeme, geçimlilik, disiplin, hiyerarşi, itaat, idarecilik, çabuk karar verme, düzen alışkanlıkları edinme, neşe, özgürlük, zevk sahibi olma gibi bir çok önemli vasıf ister istemez öğrenilir.[11]
“Ebcede erişse bile, çocuk gene çocuktur.”[12] diyen Mevlânâ’ya göre, yüksek bir bilgi seviyesine de ulaşsa çocuktaki çocukluk vasfının devam edeceği gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim, “çocuğa oynamayı men edip devamlı ders çalışmaya zorlamak onun kalbini öldürür, zekâsını iptal eder ve hayatının neşesini kaçırır. Sonunda çocuk dersten kurtulmak için bir hile düşünmeye başlar” denilmektedir.[13]
Oyun sayesinde çocuk; birikmiş enerjisini, içindeki saldırganlık dürtülerini sağlıklı bir alana kanalize eder; duygularını, ihtiyaçlarını ifade eder; iç sıkıntısından ve aile çevresinden aldığı olumsuz uyarıların yarattığı gerilimden kurtulmaya çalışır.[14]
Dolayısıyla oyunlar, uzman gözlemcilerin, çocuğun sorununu kolaylıkla teşhis edebilmelerine yardımcı olur.[15] Küçük çocuklar, hekimin karşısına geçip sorunlarını uzun uzun tartışamazlar. Buna, ne çocuğun anlatım gücü elverişlidir, ne de sabrı. Ancak çoğu kez çocuğun oyun tercihlerine ve davranışlarına bakarak; onun aile yapısını, aile içi ilişkilerini, temel ilgi alanlarını, kişisel tutum ve eğilimlerini tanımak, ruhsal güçlüklerini ve davranış bozukluklarını teşhis etmek mümkün olmaktadır. Psikologlar ve psikiyatristler, çocuk oyunlarının bu yansıtıcı potansiyelinden yararlanmaktadırlar. Oyun aracılığıyla tanınan çocuk, yine oyun yoluyla sağaltılabilir.[16]
***
4- Ebeveyn, hatalı davranan çocuğunu dövmemeli; bilakis, onu itham etmeden, yumuşaklık ve şefkatle ikaz etmelidir. Düşülen bazı hatalar yüze vurulmayıp deşifre edilmezse, hatalı insanların, özellikle eğitim çağındaki gençlerin düzelme ihtimalleri yüksektir. Hataların deşifre edilmesi, ilgili kişiyi mahcup duruma düşürür; ve onda hataya karşı bağışıklık oluşturur. Ayrıca, böylesi bir deşifre ediş, reklam niteliğine dönüşerek başkalarının da aynı hatayı işlemesine zemin hazırlar: “Demek ki bir insan bu tür davranışlarda bulunabilirmiş”, gibi.[17]
Eyyup Aksoy’un değerlendirmesine göre; “Eğer Hz. Yakub, çocuklarının kötü düşüncelerini bildiğini ima etmiş olsaydı, daha kötü sonuçlar doğabilirdi. Zira kötülüklerin veya bilinen kötü niyetlerin muhatap tarafından açıklanması, aradaki saygı ve sevgi perdelerini ortadan kaldırıp; failin, işleyeceği fiilde daha açık ve kararlı bir tutum izlemesine sebep olabilir. Çünkü gizli olan bir niyet açığa vurulmadığı sürece, ‘bilinecek’, ‘duyulacak’, ‘kamuoyunda yadırganacak’ korkusuyla umulur ki fiiliyata dökülmez. Pedagojik yönüyle Hz. Yakub’un bu tutumunda ders alınacak özellikler vardır. Günümüz eğitimcilerinin (ana, baba, öğretmen) yetişmekte olan çocukların bazı ufak hata ve niyetlerini görmezlikten gelmeleri hâlinde, çocuklar deşifre olmayacak ve kendilerinin de otoriteleri sarsılmamış olacaktır. Bu konumda olan kişilerin, kusur ve hataları yüze vurulması hâlinde daha da azacakları ve suçluluk psikolojisi ile baskın çıkmaya çalışacakları muhtemeldir.”[18]
***
5- Ebeveyn, çocuklarını terbiye ve murakabe etmelidir. Aksi takdirde, onların yanlış hâl ve hareketleri, ailenin diğer fertlerini de zarara uğratır.


[1] Canan, Kur’ân’da Çocuk Eğitimi, s. 67-68; Tabbara, a.g.e., s. 234; Dodurgalı, a.g.e., s. 65; Aksoy, a.g.e., s. 154
[2] Aksoy, a.g.e., s. 154
[3] er-Râzî, Peygamberlerin Mâsûmiyeti, s. 84-85
[4] Aydın, Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, s. 273-275
[5] Hüseyin Peker, Çocuk ve Suç, s. 34-35
[6] Dodurgalı, a.g.e., s. 278
[7] Mahmut Tezcan, Boş Zamanlar Kılavuzu, s. 60
[8] Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, s. 72
[9] Seyhan Büyükcoşkun, Oyun ve Oyuncak Dünyası, s. 42
[10] Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi, s. 191
[11] Büyükcoşkun, a.g.e., s. 41-44; Tezcan, a.g.e., s. 60-63
[12] Mevlânâ, Divan-ı Kebir, IV, 337 (3226)
[13] İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 253
[14] Kemal Görmez-Erol Göka, Çocuk ve Çevre, s. 111-112
[15] Yavuzer, a.g.e., s. 192
[16] Yörükoğlu, a.g.e., s. 368; İbrahim Ethem Özgüven, Bireyi Tanıma Teknikleri, s. 205; Özcan Köknel, İnsanı Anlamak, s. 252
[17] Aksoy, a.g.e., s. 153-154
[18] Aksoy, a.g.e., s. 60

EĞİTİM BİLİMİNE GİRİŞ (BOŞ, fihrist)

Eğitim alanı (okul, halk)
Eğitimin tanımı
Eğitimin değeri, eğitime duyulan ihtiyaç, eğitimin görevi, eğitimin insanı değiştirme gücü
Eğitim bilimlerinin çalışma yolu: Araştırma, sorun çözme, deney, gözlem, görüşme, soruşturma, çözümleme
Toplum ve eğitim
Toplumun eğitime etkisi
Toplumsal değişme ve eğitim
Aile
Eğitim felsefesi
Eğitimin amacı
Eğitimin içeriği
Eğitimin süreci
Eğitimin yönetimi
Öğretmen
İnsan
Kişilik
Gelişim çağları
Öğrenme
Öğrenmenin türleri
Güdülenme
Öğrenme süreci
Öğretme ilkeleri
Rehberliğin önemi
Öğrenmede başarı
Ekonominin eğitime etkisi
Eğitimin ekonomiye etkisi
Devlet ve eğitim
Eğitimin yasal dayanağı
Eğitimin tarihi kaynağı
Eğitim sistemi: Örgün eğitim, yaygın eğitim

18 Kasım 2010 Perşembe

İNSAN VE AİLE (AİLE, İLAHİ/DİNİ BİR KURUMDUR) 2/36, 7/24-25

“Derken Şeytan orada ikisini de [Adem ile Havva’yı] yoldan çıkardı ve içinde bulundukları nimet yurdunu, sahip oldukları konumu yitirmelerine sebep oldu. Bu yüzden Biz de, “Buradan çıkıp gidin! Yeryüzüne inin ve (bundan sonra) birbirinize düşman olarak yaşayın! Belirli bir süre yeryüzünde ikamet edip yararlanacaksınız”.” (2/Bakara, 36; 7/A’raf, 24-25)


Hz. Âdem ve Havvâ’nın dünyaya indirilişiyle insanlık tarihinde filizlenen ilk âile, menşei itibariyle ilâhîdir, dinî bir kurumudur. Âdem ve Havvâ bu form içinde dünyaya gelmişlerdir. Yoksa âile, onların dünyada giriştikleri bir sınama-yanılma sürecinin neticesinde oluşmamıştır; tarihin belli bir aşamasında ortaya çıkmış veya ihdas edilmiş de değildir.

Âile ile insanın varlığını sürdürmesinin bir ve aynı şeyler olduğunu söylemek mümkündür. Kadın ve erkek ilişkilerinin ilk tanzim edildiği yer de aile kurumudur. Bu sebeple, modern dönem toplumun en küçük biriminin birey olduğunu kabul etmesine karşılık, İslam bunun aile olduğunu söylemektedir. (Abdurrahman Arslan, “Aile Dini Bir Kurumdur”, İzlenim Dergisi, Sayı: 25, s. 47; Osman Öztürk, “Ailemizi Arıyoruz”, II. Dünya Aile Günü Kutlama Paneli Tebliğleri, İstanbul 1995, s. 51)

Evlenme şekillerinin tarihte değişiklikler göstermesine, toplumun iktisadi ve sosyal yapısına göre farklılıklarına rağmen, evliliğin daima din bağlarıyla pekiştirilmesi ve yüceltilmesini de, ailenin Hz. Adem ve Havvâ ile örnekleşen dini bir kurum oluşuna bağlayabiliriz.

Bu ilk âilenin reisi olan Âdem’e, (bir nevi, evlilik öncesinde) ilim verilmiştir. (2/Bakara, 31-33) Kendisine eşyânın isimleri yanında, kadın ve erkeğin birbirleri üzerindeki hakları, ebeveynin çocuklarına karşı sorumlulukları ve çocukları üzerindeki hakları gibi husûslar da Allah tarafından öğretilmiştir. (Musa Kazım Yılmaz, “İslâmî Âile”, İslâm’da Âile ve Çocuk Terbiyesi, I, 20) Âdem, Rabbimizin tâyiniyle ve Âdemoğullarına örnek olacak bir şekilde, dengi (küfüv) olan Havvâ vâlidemizle ve isâbetli bir evlilik gerçekleştirmiştir. (bkz. 4/Nisâ, 1; 7/A’râf, 189; 30/Rûm, 21; 42/Şûrâ, 11)

Cevadî Amûlî şöyle demiştir: “En iyi mehir, ilâhî ilimleri öğretmek ve dînî eğitim-öğretim yapmaktır. Allah, ilâhî ilimleri öğretmeyi, Hz. Âdem’in Hz. Havvâ’ya mehri olarak tâyîn etmiştir.” (s. 30)

17 Kasım 2010 Çarşamba

GENÇLİK DÖNEMİ VE DİN

“Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: “Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?” demişti.
Dediler ki: “Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.”
“Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz”, dedi.
Dediler ki: “Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?”
“Hayır”, dedi, “sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim.
Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!”
Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
“Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir”, dediler.
(Bir kısmı:) “Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş”, dediler.
“O halde”, dediler, “onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şahitlik ederler.”
“Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?” dediler.
“Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!” dedi.
Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) "Zalimler sizlersiniz, sizler!" dediler. (1)
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: “Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun”, dediler.
İbrahim: “Öyleyse”, dedi, “Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâla tapacak mısınız?
Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?”
(Bir kısmı:) “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!” dediler. (2)
"Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.“ (21/Enbiya, 51-70)


Gençlik, insanın çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir. Bu dönemde genç, biyolojik, psikolojik ve sosyal yönlerden değişime uğrar. Biyolojik olarak vücut organlarında bir gelişme gözlenir. Psikolojik yönden, tam olarak nasıl davranması gerektiğini bilememenin sonucu, bir tutum ve davranış karmaşıklığı yaşar. Sosyal açıdan ise aileden çevreye yönelerek sosyalleşir.

Bu dönemde soyut düşünme kabiliyetinin gelişmesine bağlı olarak genç, yaşadığı dünya içerisinde kendi yerini ve görevini belirleme, bütüncül bir dünya görüşüne sahip olma ihtiyacıyla karşı karşıya gelir. Kendini, hayatı ve toplumu sorgulayarak eskisinden farklı bir şekilde dünyayı algılamaya başlar. Bu süreçte bazen ailesi dışındaki çevrede ve toplumda beğendiği, onun gibi olmak istediği bir kişiyle özdeşleşmeye çalışarak kimliğini şekillendirir. Siyasî, fikrî ve ideolojik gruplara yönelebilir.

Hayatta bir anlam ve amaç arayan genç için Din, benlik kimliğini oluşturucu ve dünyayı anlama ihtiyacını tatmin ederek zihinsel açıklık sağlayıcı rolü ile büyük öneme sahiptir. Din, gencin kimliğini oluşturmada “Hayatın başlangıcı, sonucu, hedefi ve manası nedir?”, “Ben neyim?”, “Kimim?”, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” gibi sorularına cevap verir. Gencin “anlama ve bilme” ihtiyacını, hiçbir varlık sahasını dışarıda bırakmayacak şekilde karşılar. Din aynı zamanda bir “yaşam tarzı” da teklif ettiğinden, genci doğumdan ölüme kadar kuşatır. Doğumdan başlayarak yetişme tarzı, aile şekli, aile içi münasebetler ve diğer insanlarla münasebetler vb. içtimai ilişkiler ve olaylar hakkında bilgilendirmede bulunur, kaideler koyar. Bu itibarla hayat tarzını oluşturma çabasında olan genç, dinin yaşam tarzı ile ilgili sunduğu bilgilerden yararlanarak hayat anlayışını oluşturmaya çalışır.

Din Psikolojisi açısından bakıldığında gençlik, bir taraftan “dinî uyanış” ve “dine dönüş”ün ortaya çıktığı en karakteristik dönem iken, diğer taraftan da “dinî şüphe ve kararsızlık”ların en yoğun olarak geliştiği, çelişki ve çatışmaların gittikçe artış gösterdiği bir dönemdir.

Gençlik döneminde -soyut düşünme kabiliyeti sayesinde- çocukluk döneminde derinine nüfuz edilmeden, tam anlamıyla kavranılmadan oluşmuş olan dinî inanç, yerini, şuurlu bir dinî inanç gelişimine bırakmaya başlar. 12 yaşına kadar anne-babanın ve çevrenin telkin edip benimsettiği din anlayışından yavaş yavaş kişisel olarak anlaşılacak ve benimsenecek dinî gelişim gücüne geçilir.

Bu dönemde genç, geleneksel dinî kabulleri, yaşanan hayat ile dinî-ahlâkî değerler arasındaki farklılıklar ve çevresinde gördüğü diğer inanç ve fikirler arasındaki çatışmayı algılar ve sorgular. Bu aşamada, her şeyi tenkit süzgecinden geçirerek kabul eder; gerçeği tecrübe etmeksizin, aklın çemberinden geçirmeksizin kabul etmez. Geleneksel dinî kabullerine olduğu kadar yenilerine karşı da eleştirel, tenkitçi bir tutum geliştirir. Teslimiyetçi anlayışını hemen tümüyle terk eder. O artık tüm dünyasını soru süzgecinden geçirmekle meşguldür. Tabiatıyla dinî kabulleri de bu yeni eğiliminden büyük ölçüde etkilenir. Aslında şüphelerinin ardında reddetme niyetinden çok, hakikate ulaşma arzu ve ihtiyacı yatar. Şiddetle duyduğu bu ihtiyaç nedeniyledir ki, şüphe ve tenkit süreci genç için büyük ölçüde endişe ve ıstırapla yüklüdür. Buna rağmen yeni bir hayat felsefesi oluşturma çabasında olduğu için, böyle bir yapılanmadan geçmesi genellikle kaçınılmazdır.

Nihayetinde genç, dinî gelişim açısından başlıca üç farklı tercihten birisini seçmek durumundadır. Buna göre o, ya çocukluğun geleneksel inançlarına geri döner; ya bu inançlarını yeniden düzenleyerek şuurlu yeni bir dinî yaşayışa bürünür; ya da din ile ilgili her şeye sırtını çevirerek ateist veya agnostik bir kişilik geliştirir. Ancak bu son yöneliş oldukça ender görülmektedir. Çünkü din ihtiyacı kendini en fazla bu sıkıntılı dönemde hissetmektedir. (3)

________________________
(1) Ayet şu şekilde de anlaşılmıştır: Sonra birbirlerine dönerek “(Putları yalnız ve savunmasız bıraktığımız için) asıl siz zalimsiniz” diyerek birbirlerini suçladılar.


(2) Hz.İbrahim’in kavmi, bu teklifi kabul ederek onu yakmak için büyük bir ateş hazırladılar ve eli kolu bağlı olarak ateşe attılar. İbrahim (a.s.) ise, “Bana Allah’ın sahip çıkması yeter; O ne güzel bir sahip!” diyerek Allah’a sığınıyordu.

(3) bkz. Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, ed. Hayati Hökelekli, s. 18, 31, 37-40, 56, 60-61, 257-260